Nihan Kılınç- Romanya

OLYMPUS DIGITAL CAMERAHer şey bir Umut Sarıkaya hikayesi tadında başlamıştı aslında. Üniversite mezuniyetimden sonra illa ki yurdun dışına bir yere çıkacaktım; mümkünse geri dönmesem de olurdu. Bu kararlılıkla AGH’ye başvuru sürecim başladı. 2011 yazında mezun olur olmaz gidebilmeye o kadar şartlandırmıştım ki kendimi, günde 5-6 saatimi bilgisayar başında proje arayarak geçirmeye adamıştım. Hayatımda uğruna bu kadar azimle çalıştığım başka bir şey bilmiyorum. Bu yıpratıcı durum 3-4 ay sürdü. Ya güzel bir şehirde ve ülkede çok da ilgilenmediğim bir projeye dahil olacak -böylece gönüllülük zamanlarında oluşabilecek stresi atabileceğim bir ortam illa ki olur diye düşünüyordum- ya da yeri önemsemeden ekolojik bir proje bulacaktım. İkinci seçenek bir anda çıkıverdi karşıma ve başvurmamla beraber Romanya’nın Braila şehrindeki 10 aylık çevre koruma temalı projeye kabul edilmem bir oldu. 

Aslında en başından ev sahibi kuruluşumda bir takım arızalar olduğu çok belliydi. Gökay Bey’i tüm uyarılarına rağmen dinlemedim, direttim -nitekim proje konusu ve tarihi tam benlikti.- ve boyumdan büyük valizimle 1 Ağustos’ta Bükreş’e ayak bastım. 

DSCN0971Bundan sonrası ise daha çok Temel fıkralarını aratmayacak cinsten. 1 Fransız, 1 Alman ve 1 Türk aynı evde! Başlarda karşındakileri bakışlarla analiz etme çabaları ve yapay bir ölçülülükte davranışlar. Fakat ne oluyorsa daha 3. günde kayışlar kopuyor ve kendimizi bir anda Britney Spears’ın “Ooops I did it again” şarkısına klip çekip Romence öğretmenimizi taklit ederken buluyoruz. Bunun gibi yüzlerce anım var, anlatsam size göre o kadar da komik olmayacak cinsten.

SANYO DIGITAL CAMERANeredeydi benim ekolojik projem? Sonuçta istediğiniz hiçbir şey altın tepside sunulmuyordu. Neyse ki çok kararlı ve azimli bi ekiptik. Proje arkadaşlarımla çok çalıştık, çok uğraştık. Kendi fikirlerimiz ve ufak projelerimizi zorla hayata geçirebildik.Kısaca aktivitelerimizden bahsedersem; ilk iki ay ev sahibi kuruluşumuzun bize sağladığı örgün olmayan eğitim yöntemlerini kullanarak yereldeki gençlere yaratıcı yollarla çevre bilinci aşıladık. Genellikle geri dönüşüm fikri üzerine yoğunlaştık çünkü Romanya’da bu sistem oturtulmuş gibiydi ancak cam, kağıt, plastik diye ayrılmış çöp bidonlarında nedense ayrılmış bir çöp görmek imkansızdı. Sokaklarda ise ayrıca çöp yığınlarından oluşmuş dağlar görmek çok olağandı. Biz de gençlerin biraz olsun dikkatini çekebilmek için yaratıcı yollara başvurduk. Kendimize evsel atıklardan yaptığımız kostümlerle, şehrin sokaklarında halkla konuşarak çevre sorunlarına karşı dikkatlerini çekmeye çalışıyorduk. Green Messenger adlı kendi yazdığımız projede, çevre sorunu hakkında çok genel bir soruyu her yaştan insana sorup fikirlerini aldıktan sonra, edindiğimiz cevapları biraz da yaratıcı bir yolla büyük kartonlara yazıp şehrin farklı yerlerinde sergilemiştik. Bu aktiviteyle şehirde meşhur olduk diyebilirim, en azından yaptıklarımız dikkat çekiyordu.  Bir yandan da gençlerin kendi fikirlerini ortaya koyabileceği workshoplar düzenlemiştik. Atık materyalleri geri dönüştürme (karton ambalajlardan cüzdan vs gibi şeyler yaratarak), origami, bitki-ağaç dikimi gibi. Bunların yanı sıra photo-voice yöntemini kullanarak hazırladığımız videoları okullarda öğrencilerle paylaşıp daha sonra onlarla çevre sorunları üzerine konuşuyorduk. Tabi ki de dünyayı kurtaramadık ama ufak adımlar işte.Bunların yanında Romanya demek özgürlük, zamansız-mekansız yaşamak, otostop çekmek demekti.Koskoca bir ülkeyi eviniz gibi hissetmek demekti. 30 €’ya, otostopla 10 günlük ülke turuna çıkıp cebinizde para artırarak evinize geri dönebilmekti. İlk uzun seyahatime ev arkadaşlarımla çıkmıştık; 3 kişi. Sadece otostopla ya da yürüyerek 1400 km yaptık. Couchsurfing’ten ve yolda tanıştığımız insanlardan başka konaklama imkanı kullanmadık. Özellikle de köylerde kalacak yer aradık Köyde couchsurfing! İnanmak zor. Bu gezi sırasında kötü olan hiçbir şeyle karşılaşmamamızın yanı sıra o kadar iyi şeyler geçti ki başımızdan hayat algılarımız değişti. Sonrasında bu seyahatler alışkanlık haline geldi. Tek yapılması gereken nereye gidileceğine karar vermekti. Ve en güzeli para hiçbir zaman kısıtlayıcı bir faktör değildi. -10 derecede Transilvanya’nın bir dağında donacağımızı düşünerek yoldan bi araba geçse diye beklerken, pekala 5 çocuklu ailesiyle Hans önümüzde durup üstüne üstlük kalacak yerimiz olmadığı için bahçedeki misafir kulübesinde bizi ağırlayabiliyordu. Hiç tanımadığınız bir insana tanıdığınız insandan daha fazla güvenebiliyordunuz. Hele bir de Tony Gatlif ve Emir Kusturica aşığıysanız kendinizi bi anda Transilvanya’da film çektiğinize inandırabiliyordunuz 🙂 Sonra bir bakmışsınız Noel tatilinde fransız arkadaşınızla Fransa’ya gidiyorsunuz, tepeden inme Paris’e düşüyorsunuz bir sürü eş dostun içine, arkadaşınızın köyünde Noel kutlarken annesiyle örgü örüyorsunuz . 9 €’luk tren-uçak biletleriyle İtalya’yı dolaşıyorsunuz bir uçtan diğerine. Ciao Bella, gelatoların biri gidip diğeri geliyor. Hayatın deviniminin mükemmel olduğunu anlıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki aslında motivasyon mektubunuzda üstüne basa basa ama çok da inanmayarak değindiğiniz “cultural interactions” ın ta kendisi olmuşsunuz.

Şansıma ben nasibimi çok iyi aldım.Öyle ki 10 ay sonunda ülkeme dönmek istemiyor, hayatı toz pembeden de öte Türkiye’deki çevreme göre tuhaf anlaşılmaz yollarla algılıyordum. Bu iyi mi kötü mü hala bilemiyorum.Sonuçta bazen insan aşırı genişlemiş ufkunu nerelere sığdıracağını bilemiyor. Ve keskin bir şekilde bir dönemin bitip eskisiyle pek bağdaşmayan yeni bir dönemin içine düşüyorsunuz. Ama olsun Umut Sarıkaya’nın da dediği gibi  “Akıllı olana her yer Amerika!” diyerek avutabiliyorsunuz kendinizi.Şu an uğraşmam gereken bir sürü iş, güç, sorumluluklar, insanların gerçek hayat dediği sıkıcı şeyler mevcut. Ancak aynı hayat yeni renklerle, dostlarla, aşklarla da dolu. <%2